Üçüncü çocuğum BUSTER… 


‘’Tek rakibim THY’’ 
‘’Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza’’ 
‘’Kamyon çeker 10-20 ton, gönlüm çeker Paris Hilton’’ 
.....
Türklerde böyle araba arka yazıları olurda İskoçlarda olmaz mı? Onların da var. En popülerüde; ‘’A Dog İs For Life, Not For Just Christmas.’’ 
Sadece noelde eğlenmek için değil bir ömür boyu köpek sahibi olmayı öğütleyen sloganı sticker yapıp arabalarına, evlerinin camlarına bile yapıştırıyorlar. Hatta, İskoçya'nın tarihini, güzelliklerini anlatan turistler için hazırlanmış kitaplarda, broşürlerde 'olağanüstü' diye altını çizerek bir köpek hikayesine de yer veriyorlar. Yaşanmış bir olayı anlatan, kalpleri 12'den vuran hikaye 19'uncu yılların sonunda başkent Edinburgh'da geçer. 1858'in Şubat ayında 'Yaşlı Jock' lakaplı John Gray veremden ölür. Geride skye terrier cinsi iki yaşındaki köpeği Bobby kalır. John'un mezarlıktaki törenine çok sevdiği Bobby de götürülür. Tören biter Bobby dışında herkes gider. Mezarlık bekçisi dışarı koyar ama o bir yolunu bulur geri döner. Mezarlığa kim gelse sabah akşam sahibinin mezarının kenarında Bobby'yi yatarken bulur. Dünyanın en ünlü yapıtlarından olan Edinburgh kalesinden hergün öğlen, saat birde atılan top sesiyle eve koşar, yemeğini yer, geri mezarlığa döner. Çünkü sahibi hayattayken öğle yemeklerini bu top atışından sonra yemişlerdir. John'un ailesinden bütün Edinburgh halkına kadar herkes Bobby için seferber olur. Ona en güzel barınma, yemek imkanları sunulsa da mezarlıktan bir türlü uzaklaştıramazlar.
Greyfriars Bobby'nin Edinburgh'daki ünlü heykeli
Sonunda, en üstünden en altına kadar herkes toplanır, 'Mezarlığa köpek giremez' kuralını delerek Bobby'e Jonh'un mezarı kenarında ufak bir barınak yaparlar. Onu orada beslerler, öğle yemekleri dışında. Bu şekilde tam 14 yıl geçer. Ne zaman Bobby ölür, onu da sahibine en yakın bir yere gömerler. Kaleye yakın bir yere heykeli yapılır.
'Greyfriars Bobby' anısına kraliyet ailesi tarafından açılışı yapılır ve Edinburgh'un en ünlü ziyaret yerleri arasında yer alır. Yediden 70'e herkese hitap eden Bobby'le ilgili hikaye ve roman türü kitapları kütüphanelerde bulabilirsiniz aynı zamanda ailecek izleyebileceğiniz filmler arasında yer alan bol gözyaşlı filmini de... 
Bobby'nin de etkisi olsa gerek, köpek sevgisi İskoçlarda o kadar derin ki yaşlısından dilencisine, doktorundan işsizine kadar köpeksizi yok bu ülkede.

Köpekler iş kolu da oluşturmuşlar. Mesela günlük yürütmeye götüremeyenler için bu işi meslek olarak yapanlar var. Telefon ediyorlar, köpekleri alınıyor, gezdirilip getiriliyor. Ya da tatile gidecekler için köpeklerini bırakacakları özel barınaklar var...
Şunuda belirtmeliyim; köpeklere mikroçip takılması İskoç kanunlarından biri. 2016'nın Nisan'ında hayata geçen bu kanun, köpeklerin sahibinin kim olduğundan adresine kadar bir çok bilgiyi mikroçiplerde belirtilmesini mecbur kılıyor. Kanundaki amaç hem köpeklerin güvenliği ve refahını sağlamak hem de geçici bir hevesle köpek sahibi olupda sonra terk edenlerin önüne geçmek.    


Köpeklerin bir misyonu var
 
Tabi bu sevimli yaratıklar her evde bir misyonla yaşıyor. Evlerin neşesi ve yalnız yaşayanların can yoldaşı olmanın dışında, deprosyonda olanların terapisinde kullanılıyor. Çocukların adaptasyonunu artırmak için derslere misafir olarak köpek alan okullar var. Başta görme ve işitme engelliler olmak üzere bir çok özürlünün kendi başına yaşamaları için ihtiyaç duydukları desteği veren özel eğitilmiş köpekler var. Hatta arkadaşım Margaret de 'guide dogs' dedikleri rehber köpeklerin eğiticilerinden biri. Onu da bir ara bloguma sizler için konuk edeceğim... 
 
 Köpeklerin çok önemli bir misyonuda yaşlıları evden çıkartmaları. İklim şartlarından dolayı dışarısı hep kış ve sonbahar havası olunca insanlar pek evinden çıkmak istemiyor. Bu da hem fiziksel aktivitelerine hem psikolojilerine olumsuz yansıyor. Bunu önlemek için yaşlı ebeveynlerine hediye köpek alan çok kişi var. Kocamannn parklarda (ama çocuk parkları değil! Çocuk parklarında köpeğini yürütenleri sadece kendi memleketimde gördüm. Bu ülkede çocukların oyun alanlarına tuvalet nedeniyle köpek sokulması kesinlikle yasak. Aksi takdirde para cezasına çarptırılıyorsun) günde iki kez köpekleriyle yürüyen yaşlıları görürsünüz. Bu yürüyüşlerle hem egzersizlerini yapıyor hem de sosyalleşme kanallarını açık tutuyorlar. Kasabada olan olaylar, dedikodular hep bu yürüyüşlerde konuşuluyor. İsmini unuttukları birisini köpeği sayesinde hatırlıyorlar ‘’Buster'ın annesi, Buster'ın babası...’ diye… 
Böyle bir ortamda yaşarken köpeksizliğe nasıl direnebilirsiniz ki ve işte benim Buster'la hikayemde burada başlıyor:
İskoçya’ya taşındıktan bir yıl sonraydı, yani 2010. İyi geceler dilemek için kızımın yanına gittim, ağlıyordu. Göz yaşları yüreğinden çağlayıp geliyordu sanki. ‘’Ne oldu?’’ dedim. ‘’Herkesin köpeği var, bizim neden yok? Bir köpeğimiz olsun istiyorum’’ dedi hıçkıra hıçkıra. Halbu ki okuldan çıkıp eve doğru yürürken karşımıza çıkan her köpeğin başını okşayıp,sahiplerinden izin alıp, topunu atıp, köpeğin geri getirdiğini seyrederken kıkırdaşıyordu kardeşiyle. 20 dakikalık yol oluyordu bize iki saat, o ayrı. Buz kestiğimiz o soğuk kış günlerinde bile bu keyiften ödün vermiyorlardı. Ancak, gün geldi bu yetmemeye başladı. En ufak bir şeyde ‘’Köpek istiyoruz’’ diye tutturuyorlardı. Babaları Edi dünden razıydıda ben ‘nuh’ diyor peygamber demiyordum. 

Ya memleketimde ki talihsiz köpekler...

Köpek düşmanı değildim. Tam tersi, köylü çocuğu olduğum için evimizde köpek, kedi, inek, koyun bir çok çeşit hayvanımız oldu. Hatırlıyorum, 1982’nin Ağustos ayıydı. Bir gün baktık ki köpeğimiz yavrulamış. Tam altı tane bir birinden güzel enik. Fareden az büyük, gözleri kapalı annelerinin karnına yayılmış yatıyorlar. Kardeşlerimle onları hayran hayran seyrederken rahmetli annem bir eline beş kiloluk boş bir teneke kutu, diğer elinede tandır küreğini almış geldi. ‘Çekilin!’ diye bizi azarladı. Küreği gören lohusa köpek de kenara çekildi. Annem bir göz açıp kapama süresinde enikleri kürekle tenekeye koydu. Bunun ne anlama geldiğini biliyorduk. Enikler köyün dışında bir yerlere atılacak yani ölüme terk edileceklerdi. Burada en hassas nokta ’eniklerin annelerini emmeden atılması'ydı. O zaman atana günah olmuyormuş! Kim vermişti bu fetvayı, nereden geliyordu bilmiyorum ama bildiğim birşey sürekli yavrulayan köpek ve kedilerin ‘nüfus kontrolu!’ köyde böyle yapılıyordu. Belki bütün anadoluda ya da ülkede yapılıyordu… Hatta ortaokulun ilk yılında teneffüs arasında bir hendekde üç tane kedi yavrusu bulmuştum. Kaç günlüklerdi bilmiyorum, gözleri açılmamıştı, bedenleri soğuk ve derin bir uykudaydılar. 
Bahçede otururken mutfakta ne yaptığımı izliyor

Ancak dürtersen ufacık bir kıpırdama gösteriyorlardı. Enikleri alıp okul formamın ceplerine koydum. Ders zili çaldı. Sınıflara girdik. Aklım o kadar eniklerdeydi ki nerede olduğumu unutup sık sık onlara bakmam öğretmenimin dikkatini çekmiş, ‘Cebinde ne var?’ diye boşaltmamı istemiş, sıranın üzerine koyduğumdada çok şaşırmıştı. Aynı şaşkınlığı evde annem de göstermişti ama hendekte enik bulduğuma değil eve getirmemeydi bu. ‘’Gözleri açılana kadar... sonra bir ev buluruz’’ dediğimde hayalperestliğimden bıktığını ‘’S.kime sürecek aklın yok!’’ diye dile getirmişti. Ahırın bir köşesine yerleştirdiğim kedi enikleri belli ki uzun süre hendekte kalmışlardı, ağızlarına dökmeye çalıştığım sütlerin de faydası olmamış, bir iki günde ölmüşlerdi... 
Herneyse, ben tekrar köpeğimize döneğim... Annemin de vücut dilinden ne kadar hoşnutsuz olduğu belliydi. Sanki ‘bu iş bir an önce bitsin’ der gibiydi. Yavruları tenekeye doldurulan anne köpeğin o yalvarmaktan başka bir şeye gücü yetmeyen çaresiz bakışlarını bugün bile hatırlıyorum. Annem elinde tenekeyle yürürken anne köpekde onu takip ediyor, buna kızan annem hışımla arkasını döndüğü an kuş gibi ileriye sıçrıyordu. Annem adımını attığı an tekrar aynı sahne başlıyordu. Bu arada bizde boş durmadık. 
‘’Anne ne olur atma. Gözleri açılınca biz onlara yuva buluruz.’’
'’Bir değil, iki değil, altı tane. Köyde herkesin köpeği var. Kim alır bunları.’’ 
‘’Belki hepside erkektir, o zaman kolay dağıtırız’’ dedi annemi iknaya çalışan kardeşimin biri. Evet, erkek köpek,kedisi olanların enik atma derdi yoktu ama evi en iyi bekleyen ya da en iyi fare yakalayan ‘dişi’ler itirafınıda çocukluğum boyunca çok duymuşumdur... 
Annem kulakları tıkalı, avlu kapısına doğru yürüyordu. En sonunda bütün cesaretimi toplayıp, önüne geçip,gözlerim dolu dolu yalvardım. 
‘’Bizi de böyle tenekeye doldurup götürselerdi, senin hissedeceklerini şimdi anne köpek hissediyor. Bir bak gözlerine.''
O ana kadar göz göze gelmekten kaçınan annem, anne köpeğin yüzüne baktığı an elindeki küreği yere fırlattı. 
‘’Kendin emzirirsin artık’ diyerek tenekeyi olduğu yere bırakarak avludan sinirle çıktı gitti. Bizde ve anne köpekde bir bayram sevinci. Ohhhh, ohhhh! Enikleri tekrar yattıkları yere götürdük. Sütü artsın diye kendiside eniklerinden az büyük olan köpeğimize annem ne pişiyorsa ‘özel özel’ aşırdık. Eniklerin gözleri açılınca ellerimle sağdığım inek sütünden içirdim. İkisi erkek, dördü dişi miydi yoksa tam tersi miydi onu tam hatırlayamıyorum bizim enikler gün geçtikçe bir güzelleştiler, bir sevimlileştiler. Artık anneleriyle aynı boydaydılar. Tombiş karınlarıyla badi badi bir koşmaları vardı, muhteşemdi. Yavrularını emzirmekten yılmış olan anne köpeğin önde kaçmasının, eniklerin sıraya girmiş olarak onu kovalamasını gördüğüm an annemin ‘kendin emzirirsin’ demesinin nedenini anladım. Zavallı minik köpeğimizin dermanı kesiliyordu artık. Çevremizde sorduk enik isteyen var mı diye bir tane talip bulamadık. Annem bir gün, bu seferde elinde kocaman bir saman çuvalıyla çıktı geldi. Bunun da ne anlama geldiğini biliyorduk,üzgündük ama eniklerimizi ölüme terk etmeyecektik. Enikleri çuvala doldurduk babam traktöre bindi, kardeşim çuvaldan tutarak gittiler. Köyün içinde bazı sokak aralarına enikleri bıraktılar. Artık bizim minikler kimin avlusuna girdiyse o eve ait oldular. O sıra ben de liseyi okumak için Seydişehir’deki amcamın yanına gittim. O yıllarda evimizde telefon yoktu. Eniklerden hiç haber var mı diye mektupla sordum. ‘’Annem diyor ki; eniklerin bokunu yemesin, okumasına baksın’’ diye kardeşlerim cevap yazdı… Yani eniklerden hiç bir haber almadım ama onların gittikleri evlerde sevildikleri duasını etti yüreğimde… Bir diğer duamda hani analarının babalarının hayrına fakir ve kimsesiz çocukları sünnet ettirenlerin aynı şeyi köpekler içinde yapmalarıydı... 

Barınaklarda sahip bekleyen onlarca Buster...

Geçmişinde böyle hikayeleri olan benim köpek sevmemem mümkün değil. Evet bizim köpeklerimiz, kedilerimiz hep vardı ama onlar ‘evin içinde’ değildi. Hele bir de 'köpek giren eve melek girmez' hurafesi dini inanca dönüşmüşse çektiğim ruhsal sancıyı tarif edemem...
İki kültürün ortasında kalmıştım tıpkı İskoçya’ya ilk gezmeye geldiğimdeki gibi. O zaman Edi’nin ailesinin dalmaçyalı cinsinden iri bir köpekleri vardı. Holly, kayınvalideyle aynı koltuğa oturuyor, kayınpeder artıkları temizlesin diye yemek tabağını önüne koyuyor, sonrada ‘‘Yıkamanmasına gerek yok artık’’ diye kahkahalarla gülerken ben şoktan şoka giriyordum. Yemek masasında ‘’Acaba bu Holly’nin yaladığı tabak mı?’’ diye düşünmekten yemek mi beni yedi ben mi yemeği yedim hiç anlayamadım tatilim boyunca...Hele bir gün kayınpederin yediği sandviçte Holly’nin kılını çıkarıp, yemesine devam ettiğini gördüğümde doğru banyoya koşmuştum. Holly’nin her başını okşadığımda ellerimi sabunla yıkamıştım, çünkü biz öyle yapıyorduk... 



Bütün bu gelgitli düşüncelerin içinde yinede çocuklarıma daha fazla direnemedim pazarlıklar karşılığında eve köpek alınmasına evet dedim. Benim şartım bahçeye bir kulübe koyacaktık ve köpek sürekli orada kalacaktı. 
Edi ‘’Bu ülkede asla böyle bir şeye izin vermezler. Köpeği elinden alırlar, seni de hayvan düşmanı ilan ederler. Buranın soğuk ve ıslak ikliminde hayvanlar ancak içerde olur,’’ diyerek planımı bozdu. O anda geriyede dönemedim çünkü ağzımdan ‘evet’ çıkmıştı ve çocuklarda bunu iyi kullanıyordu. 
Sonuçta, ülkedeki her çeşit hayvanı koruma derneği olan SSPCA’nın (Scottish Society for Prevention of Cruelty to Animals) bize en yakın barınağına gittik isteğimizi söyledik. Önce bize barınaktaki köpekleri isimleriyle, özellikleriyle, yaşlarıyla tanıttılar. Kimisi sahipleri boşandığı ya da öldüğü için ortada kalmış, kimisi de kötü davranıldığı için sahibinin elinden alınmıştı. Hepsininde ortak özelliği ‘kurtarılmıştı’ ve yeni aileler bekliyorlardı. Çocuklardan dolayı genç bir köpek istiyorduk ve istediğimiz şartlara en uygun olanı getirdiler. Saf koyun köpeği olan border collie cinsiydi ve ismi ‘Buster’dı. En fazla beş aylık olduğunu söylediler. Eski sahiplerinde sol arka bacağı kırılmış, o halinde iyi bakılmayınca SSPCA almış ellerinden. Belki de bilinçli olarak bakmadılar barınağa gitsin diye. Çünkü bu ülkede kendin hasta olursan seni göbeğinden çatlatsalarda bir şekilde bedava bakılıyorsun ama hayvanın için cebinden ödemen gerekiyor. Sıradan bir işte bir saatlik yevmiye parası beş ila 10 sterlin arasında olurken bir veterinerin köpeğe şöyle bir dokunması 35 sterlin. Buna bir de ilacı falan eklenirse en ufak bir şeyde 100 sterlin ödemeden veterinerden çıkamazsınız. Bir tanıdığımızın köpeğini araba çarptı geçen yaz, tek bacağı kesildi. Onlara 4 bin sterline mal oldu. Halbu ki dört kişilik aile olarak o parayla iki haftalık güzel bir Türkiye ya da İspanya tatili yapabilirlerdi...Bu nedenle İskoçlar kendilerini değil hayvanlarını özel sigorta ettiriyorlar... Buster’ın bacağına gelince, SSPCA tedavi etmiş ama dikkat etmezsek erken yaşta romatizmaya yakalanabileceğini söylediler. Bir kaç gün sonra çocuklarla gittik onlar da beğendi. Ve Buster’a ‘evet’ dedik. Bu fikir birliği sonucunda hemen alıp gideriz diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. SSPCA yetkilileri adresimizi aldılar ve bir süre sonra evimizi ve bizi kontrole geldiler. Onlar gelmeden bebek bekleyenler gibi yatağını, tabağını hazırladık. Çünkü öyle olması gerekiyormuş. Yetkililer,neden köpek istediğimizi sorgulayan kısa bir röportaj yaptı tek tek hepimizle. Onu nerede yatırıp, yedirip içireceğiz inceleyip gittiler. On gün sonra arayıp şartlara uyduğumuzu ve Buster’ı alabileceğimizi, ancak birbirimize uyum sağladığımızı kontrol için bir kaç ay sonra geleceklerini söylediler... 

Buster'lı hayat

Telefondan sonra tekrar barınağa gittik 75 sterlin ödeyip Buster’ı aldık. Barınaklar bu konuda avnatajlı oluyor. Aksi takdirde Buster'ı sahibinden almaya kalksaydık 500 sterlinden aşağı ödemezdik. Cinsi ne olursa olsun köpek fiyatlarının bu rakamlardan başladığını belirtiyim...
Yaşadığımız kasabaya geldiğimizde tam okuldan çocukların dağılma saatiydi. Eren önce çıktı. ‘’Bak arabada ne var?’’ dedim. Kapıyı açınca ‘’Busterrrr!’’ diye attığı sevinç çığlığı hala kulaklarımda. Iona’ya da aynı sürprizi yaptık. Nasıl mutlu oldular. Arabayla değil Buster’la eve yürüyerek gitmeyi tercih ettiler tabi. Buster’ın yep yeni tasmasından sırayla tuttular, ‘’Sen çok tuttun, ben az tuttum’’ kavgası ağlamalarla hat safhaya çıktı derken hayalini kurdukları o yürüyüşün ilkiyle eve döndük... 



Eve girdik ve bende tedirginlik başladı. Buster’a dokunduğun an siyah beyaz kılları yastık doldururcasına elinde kalıyordu. Benim gözler bir sağa sola fıldırdıyor, çocukların içerde dokunmasını engellemeye çalışıyordum. Çocuklar salonda tutmak istiyor ben ise süpürmesi ve silmesi kolay olsun diye geniş ve halısız mutfağımın bir köşesinde. Aslında gündüzleri bahçede, yatmak içinde mutfaktaki yatağına gelsin istiyordum. Yoksa Buster geri giderdi! Bu şantajıma hepsi boyun eğdi, Buster dışında. Beni çıldırtmak istercesine daha biz tartışırken ilk çişini yaptı koridora. 
‘’Köpek içeri işedi, çabuk bahçeye çıkarın’’ diyemeden o az ileri gitti, yüzüme baktı bir daha işedi. Çocuklar onu bahçeye koydu ben elimde sabunlu su dolu kovayla halıyı kırklarcasına sildim… 
O günden sonra benim için tam bir macera başladı. Köyümde dışarda yaşayan köpeklerle kurduğum o dialoğu İskoçya’da içerde yaşayan köpekle kuramıyordum. Köpek benim krizler geçirdiğimi gördükçe kaç kere daha evin içine işedi. Çiş terbiyesi için burnuna vurduğumuz ‘No Buster no!’’ fiskeleride işe yaramıyordu. İkide bir Konya’nın Karapınar ilçesi şivesinde ‘çiş’ anlamına gelen ‘biybiyin var mı?’ demekten dilimde tüy bitti. Biybiy nereden çıktı derseniz; kızımın tam çişini söyleme döneminde Konya’da anneannedeydik. Ve Karapınar’da yaşayan, aşağı yukarı aynı yaştaki kuzenlerinden ‘çiş’ yerine ‘biybiy’ demeyi öğrendi ve bu İskoçya’nın bir kasabasında Buster’a kadar ulaştı. Dünya ne kadar küçük değil mi?... 
Bir gün hava çok güzeldi. Bütün camları açtım, temizlik yapıyorum. Buster ne
''Ben bir halt yedim, kızmayın!''
zaman girdiyse salonun tam ortasına sıçmış. O kadar sinirlendim ki, öyle bir ‘’hiiiiiii’ çekmişim ki hızla bahçeye kaçtı. Bu tepkim onda nasıl bir psikolojik etki yapmış bilmiyorum ne zaman benden bu tepkiyi duysa sırt üstü yere yatıp, dört ayağını havaya kaldırıp, vücut diliyle ‘’ben yapmadım, ben masumum’’ diyor… Bazen de gerçekten suçu olduğunda kendisini bu hareketiyle ele veriyor. Hemen anlıyoruz bir halt yediğini... Herneyse, oturdum, önce bokunu izleyerek, 'ben ne yaptım' diye ağladım, sonra temizledim. Eylül ayı olduğu için havalarda öyle soğuk değildi. Tam istediğim gibi gündüzleri bahçede, akşamları mutfaktaki yatağına girdiği halde evin her yerinde, kıyafetlerimizde, çoraplarımızda kılları bizimle geziyordu. Günde kaç kere süpürge açtığımı hatırlamıyorum. En çok süpürge gören yerler kenarında saç olan kel bir kafaya benzemeye başladı… 

Birgün ‘’Ben yapamayacağım, çok geç olmadan Buster’ı göderelim’’ dedim. Çocukların ağlayışı ‘’Sen gidersinde Buster yine gitmez!’’ şeklindeydi. Bu manzarayla göndermenin de mümkün olmadığını anladım ve Buster’ı kabullenmeye başladım. O da beni. En son salonun içine sıçtığıyla kaldı, bir daha isteyerek yapmadı. Her çişi gelmede mutfaktaki bahçe kapısına gidip yüzümüze baktı. Vücut diliyle ne demek istediklerini tek tek çözdük. Yürüyüşe çıkmayı çok seviyordu, hala öyle. Cebimize koyduk bok poşetlerini. Köpeğin varsa ceplerinde bu poşetin olması lazım. Belediyelerden bedavaya bolca temin edebilirsiniz. Aniden bir belediye yetkilisi yürüyüşünüzde poşet sorabilir. Eğer poşet yoksa hemen 100 poundluk ceza kesilir. Aynı şekilde köpeğinin pisliğini temizlemeden gidersen ve biri şikayet edersede aynı cezaya çarptırılıyorsun. Gerçi bu kuralı karanlık ve ıssız yerlerde delen genç sahipler oluyor ama yaşlılar asla taviz vermiyor... 
Herneyse, günde iki kere çıktığımız uzun yürüyüşler onu çok mutlu ediyor geniş parklarda gördüğü köpeklerle hala tanışmaya çalışıyor. Bundan hoşlanmayanlarda oluyor. Birkeresinde biri burnundan kanatarak ısırdı. Bir keresinde de parkın öbür ucunda gördüğü bir süs köpeğine adeta uçarak gitti. Köpeğin sahibi benim iki katım, birazda ‘yabancı’ sevmeyen bir türdü. Köpeğini kucağına aldı, bizimki ise ’İn aşağıya oynayalım’ heyecanıyla kadının etrafında dönüyordu. Kadın o kocaman bacaklarıyla Buster’a tekmeler fırlatırken ‘’Al şu köpeğini kaltak!’’ diye bana bağirıyordu. Ben kocaman parkın öbür ucunda yaşanan olayı durdurmak için nefes nefese koşarken ‘’Buraya gel Buster, come on Buster’’ diye Türkçe, İngilizce bağırıyordum. Tabi benim aksağanlı İngilizcemde ‘Buster’ı kadın anladı ‘Busterd’ yani ‘piç.’ Onun bana ettiği küfürü duymazdan gelen başka bir köpek sahibi sen nasıl böyle bir şey dersin dercesine ayıplayarak bana baktı. Çok sinirlenen iri yarı hatun köpeğini kolunun altına sıkıştırdı, ellerini beline koyup ‘’Ne dedin sen?’’ diye üzerime yürüdü. ‘’Ben köpeğimi çağırıyorum, Busterrrr, Busterrrr’’ derken sanırım anladı, döndü gitti. O gün çok bozuldum. İsmini değiştirmeyi düşündük ama alıştığı için vazgeçtik. Bu arada bize geldikten sonra hemen hadım ettirdik başka köpeklere gidip durmasın diye. Gerçi burada hayvanın cinsiyeti fark etmiyor eğer enik ticareti planlamıyorsanız kesinlikle hayvanı kısırlaştırıyorsunuz. Başlangıçta insanoğlunun bencilliği gibi geliyor ama hendeklerde ya da sokaklarda ölüme terk etmektense baştan önlem almak daha iyi değil mi?... 

Kınamıştım, aynısını yapıyorum

İnsan yaşanmış günlerine baktığında ‘’Gerçektende bu kişisel devrimim’’ diyebileceği olaylar var. Öğrendim ki yaşa başa bakmıyor. İnsanoğlu hayatının her devresinde devrimlerde yapıyor, evrimlerde geçiriyor...
Buster da benim için öyle bir şey. Edi’nin ailesini ayıplamıştım ama şimdi tabakları yalatmanın dışında aynısını yapıyorum. Ona her dokunduğumda ellerimi gidip sabunlamıyorum. Bahçede olsun, yürüyüşlerde olsun tuvaletlerini tiksinmeden poşete koyuyorum. Hatta 'Allah seninkinden başkasını attırmasın' diye duada ediyorum ve hep aklıma Mevlana'nın ''...Öyle garip bir Dünya... Olmaz dediğin ne varsa olur. Düşmem dersin düşersin. Şaşmam dersin şaşarsın. En garibi de budur ya; Öldüm der durur yine de yaşarsın...'' şiiri geliyor...
Bu arada, gece yarısı ev süpürmeyi bıraktım. Yine her gün süpürüyorum ama sadece alt katı. Evin her yerinde hayvan kılları için satılan yapışkan kağıtlı rollar var. Kıl olduğunda rollayıveriyoruz kendimizi...Mutfaktada yatmıyor, battaniyesi salona taşınmıştı eve geldikten bir süre sonra.
Bazen Buster’ı almasaydık hayatımda neleri kaçırmış olacağımı düşünüyorum. En başta evimin ‘uzlaştırıcısı’. Negatif ortamdan nefret ediyor. Beni çocuklara bağırırken görürse önce çocuklara gidiyor, kulakları arkaya yatmış bir şekilde, bütün masumluğunu takınarak ‘’Yaşlıdır, idare edin’ diyor. Bakıyor onlarda değişme yok bana geliyor. Aynı bakışla ‘’Onlar çocuk, idare et’’ diyor. Bakıyor bende hiç eyvallah yok hemen bahçe kapısının önüne gidiyor ‘’Kapıyı açında ben bir çıkıyım’’ diyor. Ortam normale dönmezse kesinlikle içeri sokamıyoruz. Onun bu hali bizlere az önce yaşananları unutturuyor. Onu nazlandıra nazlandıra içeri alırken nasıl gülüyoruz…
Hepimizi çok iyi tanıyor. Eren'in boğuşmayı çok sevdiğini biliyor en ufak fırsatta 'hadi boğuşalım' diye onun pantolonundan asılıyor. Iona'nın çok hassas olduğunu biliyor. Ona göre sokuluyor, gözlerinin içine bakıyor. Yine bir oyuncağıda Edi'nin terlikleri. Onları çiğnemeye bayılıyor. Edi ''Buster stop it!'' diyor. Onun yüzüne bakıyor sonra ''Hadi lan!'' dercesine yaptığı işe devam ediyor. Ben devreye giriyorum ''Buster!'' diye. ''Tabi anne emrin olur!'' dercesine terlikleri bırakıp, usulca battaniyesine kıvrılıyor. 
İstemeyerek yaptığı kusmuğunun üzerine battaniyesini kapatarak iş çıkarmadığını düşünecek kadar seviyor beni. İlk geldiği günlerde, mutfak masasında en sona kalan Eren'nin tabağında kalan pilav tanelerini sıyırmaya çalışırken (şimdi kesinlikle yapmıyor) ve o anda mutfağa giren bana yakalanmamak için sepetine ışık hızıyla kıvrılıp, kendisine uyur süsü verirken ağzının kenarlarındaki pilav tanelerini yalayarak kendisini ele verecek kadar da komik. Ben ingilizceyi tamamen çözemedim ama o Türkçe'yi çözdü. O anlamasın diye çocuklara Türkçe ''Onu evde bırakıp gezmeye gidiyoruz'' dediğim an bizden önce kapının önüne gidip bekleyecek kadar zeki...Bahçedeki tavşanımız Joe ile trampolin üzerinde ''Oğlum git işine!'' kavgası, aralarında boşluk olan tahta köprüden geçerken yaşadığı korkular, Iona ile yaptığı düet daha neler neler hayatımızın en güzel yaşanmış hoş anıları arasında yerini aldı bile...

En iyi arkadaşım...

Annemi kaybettiğim dönemde Buster olmasaydı ne yapardım bilmiyorum...
Annemi her gün arardım. Sabah 9’du arama saatim. Çocuklar ve Edi evden gitmiş oluyordu. ‘Rüyamda şunu gördüm, hava bugün şöyle’’ bahaneleriyle sohbet eder, bana söylemek istemediği sağlık durumunu ses tonundan tahlil etmeye çalışırdım. Annem gitti ve ben her gün sabah 9’da telefonu elime aldım, numarasını çevirdim, çaldı, çaldı…. O kriz dönemlerimde iki tane küçük pati omuzlarıma uzanmış bana sarılıyordu. ‘Git’ diye iteliyordum ama mümkün değil. Ve ben Buster’ın omuzuna yatıp, o durumda çok ağladım… Kar, yağmur demeden onunla yaptığım yürüyüşler en büyük terapim oldu. Hasta oldum, yataktan kalkana kadar kimse odamdan çıkaramadı. Aynı vefayı Edi’ye ve çocuklara da gösteriyor. Böyle bir varlıktan hiç melekler nefret eder mi? 
Şimdi anladınız mı blogumun neden ilk konuğu Buster. 


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lâ TAHZEN / ÜZÜLME...

ODTÜ'lü ve Ankaralılara SÜRPRİZ!

En gözde tatil şekli; 'International House Swap- Uluslararası Ev Takası'